KÜLTÜR İHRACI: NETFLİX ÜZERİNDEN BİR DEĞERLENDİRME
Toplum sözleşmesinin doğal sonucu olarak saygı
bir tercih değil zorunluluktur. Aile yapısı, alınan eğitim, sosyal etkileşim;
kişi ve benzer kişilerin oluşturduğu grupların yaşam tarzını ve karakterini
oluşturur. Kişi ya da sınırlı grupların kendi yaşam tarzını normalleştirip, normalini
toplumun diğer gruplarına dayatması saygı sınırının aşılmasına ve kaçınılmaz
olarak toplumsal çatışmanın tetiklenmesine neden olmaktadır. % 70’i köylü
kökenli ve irticai refleksleri hassas olan Türkiye toplumunda da birtakım
kesimler yaşam tarzındaki normalliği toplumun farklı kesimlerine de ihraç etme
eğilimindedir. Türkiye yakın tarihinde yaşanan acı tecrübeler ve eğitim
seviyesinin artması, kültürel baskıyla mücadele bilinci oluşturmuş ve genel bir
farkındalık yaratmıştır. Bu mücadele yerelde verilebilse de global olarak bir
başarısızlık ve bilinç kaybı söz konusudur.
Kültürel baskı ve yaşam tarzına direkt ya da dolaylı müdahaleye açılan savaş Türkiye’de olduğu gibi tüm dünyada da acı bir sonuç doğurdu: Azınlık faşizmi. Bu olgu kavramsal açıdan mutlak dokunulmazlıklardan ve duyardan beslenmekte, zihniyetini yanlışlanamaz bir biçimde tüm insanlığa maruz bırakmaktadır. Tam da bu noktada Netflix, azınlık faşizminin güçlü bir kültürel aygıtı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kıta Avrupası’nda Fransız ekolünün öncülüğünde
sinemaya yüklenen sanatsal misyon, Amerikan sinemasının dünya dominasyonuna
karşı zayıflamış durumdadır. Bu dominasyonun altın çocuğu Netflix, Türkiye’de
çok kısa sürede orta sınıfın satın aldığı bir meta olmaktan çıkıp her türlü
sosyo-ekonomik seviyenin kullandığı bir aygıt haline gelmiştir. Platform, sanatsal
kaygıdan uzak yapımları salt tüketim maddesi ürünlerden oluşmaktadır. Toplumun
geniş kesimlerinde kullanılan tüketim maddeleri her zaman var oldu; ancak
Netflix’i tehlikeli kılan şey yapısı gereği yaptığı kültür ihracıdır. Cinsel
eğilim farklılığı bulunan grupların ve ulusal azınlıkların yaşam tarzı,
davranışı ve dünya görüşünü normalleştirilip, dokunulamaz ve sorgulanamaz
şekilde ‘’ideal’’ gibi dünyaya satılması kültürel mücadelenin bir parçası
olarak kabul edilmelidir. Tabi ki bahsedilen azınlıkların hayatları muteber ve
kendi başına normal eylemlerden oluşmaktadır; ancak sıkıntı, bu kültürün
fenomenlerinin diğer kültürleri ötekileştirip, insanları kurtulması gereken bir
bağnazlıkları olduğu sanrısına itmesidir.
Dijital obezite ve yeni medya vasıtasıyla
kültürel erozyon sorunları Türkiye üzerinde incelendiğinde çok eski bir tarihe
dayanmamaktadır. Muhafazakâr sancıların bu denli yoğun çekilmesi
anlaşılabilirdir çünkü kültürel aidiyet ve hayat görüşüne dair bu
karmakarışıklığa Tanzimat’tan beri ilk defa bu kadar maruz kalıyoruz. Şunu
belirtmekte fayda var, kültürel mücadele karşısında yöntem şu an Türkiye’de
uygulanan veya uygulanmaya çalışılan sansür yolu olmamalıdır. Mevcut üst kurul
bu mücadeleyi bağlamın koparıp, kendi siyasi emel ve yaranmalarına alet
edebilecek kapasitede olduğundan sansür Türkiye’de kutuplaştırıcı bir etkiye
sahiptir. En nihayetinde toplum, kültür ihracının dayatmalarına kurban gitmemeli;
kişi, zihin dünyasını manipülasyonlardan uzak, özgür bir şekilde inşa edebilmelidir.
MUSTAFA DURMUŞ
Post a Comment